Transferans

Transferans

Transferans

Bir İllüzyon Geleceği

Robert D. Stolorow, Ph.D. and Frank M. Lachmann, Ph.D.
Çeviren: Uzm. Psikolog Nilüfer Demirhan

Transferans, Freud tarafından insan doğasını aydınlatmak amacıyla öne sürülen kavramlar arasında en kapsamlı olanıdır.  Öyle ki her bir psikanaliz bakış açısında çok önemli bir yere sahiptir. Transferans geçmişten şimdiye gelen ve ardında belirgin kalıntılar bırakan bir gelgit dalgası olarak resmedilmiştir. Tuhaf agresyon davranışlarını, acı veren patolojik yinelemeleri ve aynı zamanda aşkın ve seksin şefkatli ve tutkulu yanlarını açıklamak için transferansa başvurulmaktadır. Transferans önceden psikanalitik tedavilerde sadece bir direnç olarak görülürken, daha sonra aynı zamanda kolaylaştırıcı olduğu da kabul edilmiştir. Analist kuşakları analiz edilebilir hastaları analiz edilemez hastalardan ayırmak için transferansı kullanmayı denemişlerdir. Son olarak, transferans kavramı psikanalitik olmayan terapiler tarafından sürdürülen tedavileri hor görmek ve psikanalitik tedavilerde karşılaşılan başarısızlıkları mazur göstermek için de kullanılmıştır. İlk başta transferans kavramı çok daha naçizane olarak uygulanmıştır. Breuer ve Freud (1893-1985) şimdilerde transferans olarak adlandırdığımız şeyi hasta tarafından yapılan “hatalı bağlantı (false connection)”ya atfetmişlerdir. Bunun hasta için ürkütücü olduğunu ifade etmekle birlikte, “analiz içeriğinden ortaya çıkan sıkıntı verici düşüncelerin terapist figürü üzerine aktarıldığı ” bazı analizlerde düzenli bir şekilde meydana geldiğini belirtmişlerdir (syf. 302). Zuhur eden (vücut bulan) transferans betimi, Freud’un hastanın patojenik anlamı olan her şeyi bildiği varsayımına dayanan, çoğu psikanalitik kuramında üstü kapalı bir şekilde var olan “arkeolojik” model ile tutarlıdır (Bergman ve Hartman, 1976, syf. 310). Yirmi yıl sonra yazdığında, Freud (1913) psikanalizi hala kişinin bilinçaltını kazmaya ve hatta daha derindeki katmanları açığa çıkarmaya aracı olan bir teknik olarak düşünmüştür: Psikanaliz “bir psikolojik yapının, kendisinden zamansal bakımdan önce olan ve bağımsız olarak gelişen başka bir psikolojik yapının  geriye doğru izini sürmesine dayanmaktadır” (syf. 183). Arkeolojik model genel olarak transferansın klinik anlayışı hakkında bazı kabulleri sürdürmektedir. Daha spesifik olarak, çok eski bir kavram olan “hatalı bağlantı” transferans nazarıyla bakıldığında gerçekliğin “çarpıtılması” olarak korunmuştur. Regresyon, yer değiştirme (displacement) ve yansıtma (projection) olarak transferansın diğer açıklamaları dinamik bakış açısı ile tutarlı olmalarına rağmen, hala arkeolojik keşiflerin renkli heykellerinin bir kalıntısını muhafaza etmektedirler. Arkeolojik model Freud’un enerji teorisinin pek çok dezavantajını göstermektedir, şöyle ki psikolojik motivasyonlar ve durumlar sanki sonu olan somut birimlermiş gibi tedavi edilmişlerdir. Bunun bizim transferans anlayışımızı nasıl etkilediği bu makaleyi yazmamıza yol açan temel sebep olmuştur.

Bergmann ve Hartman (1976) şöyle yazmışlardır:

Freud’un psikanaliz için model olarak arkeolojiye vurgusunu takiben, psikanalistler yaptıkları işi, özellikle daha önceden oluşan ve bastırılarak gömülen şeyin yeniden yapılandırılması olarak görmeye meyilli olmuşlardır. Buna karşın, Hartmann (1939) yorumlama işini sadece yeniden yapılandırma olarak değil,  daha ziyade yeni bir bağlantının kurulması ve böylece yeni bir oluşum olarak görmektedir (syf. 466).

Arkeolojik görüşün aksine, terapötik süreç içerisinde yeni bağlantılar ve yeni oluşumlar üzerine yapılan bu vurgu, dikkati hem hasta hem de analistin yaptıkları katkılar üzerine yoğunlaştırmaktadır. Son zamanlarda terapötik ittifak (Greenson, 1967), karşı transferans (Stolorow, Atwood, and Lachmann, 1981), öznelerarasılık (Stolorow, Brandchaft, and Atwood, 1983; Atwood and Stolorow, 1984) ve analistin analitik sürece katkısı üzerine olan ilgi ve dikkat psikanalizdeki  ve bilimsel düşüncedeki bir yön değiştirmeyi yansıtmaktadır. Bir fenomeni nasıl çalıştığımız onu etkiler ve değiştirir.

Şimdi geleneksel olarak transferansı tanımlamak ve açıklamak için kullanılan formülasyonların eleştirel incelemesine dönüyoruz.

Transferansın Kavramsallaştırılması

Regresyon olarak Transferans

Regresyon olarak transferans geleneksel psikanalitik görüşü, Waelder (1956) tarafından açıkça telaffuz edilmiştir: “Transferansın, analitik konumda ve analist ile ilişkide hastanın çocukluğuna dair durumları ve fantezileri yeniden canlandırmak ve yeniden oynamak için yaptığı bir girişim olduğu söylenebilir. Bundan dolayı transferans regresif bir süreçtir” (syf. 367).

Psikanalitik yazılarda “regresyon” terimini kullanan bir çalışma (bkz. Arlow and Brenner, 1964) bu kavramın uygulandığı, her birinin çok farklı anlamı ve imaları olan çeşitli yollar belirtmiştir. Psikoseksüel regresyon, topografik regresyon, yapısal regresyon, genetik regresyon vb. belirtilenler arasındadır. Bu farklı terimler, psikolojik organizasyon seviyesinde düşüş ve zaman boyutunda gerileme olarak, regresyon kavramının genel iki kullanımına tahsis edilebilir. Şüphe yoktur ki yetişkinlerdeki psikolojik organizasyonun arkaik modları çocukluktaki psikolojik organizasyonlarla ilişkilidir. Bununla birlikte, bu arkaik modlar genç çocukluktaki tezahür ve oluşumları ile aynı değildirler. Regresyon kavramını yalnızca yapısallaşma seviyesi ile sınırlandırmak daha az doğrulanamayan varsayımlar gerektirmektedir. Transferans ile ilişkili olarak, çeşitli modların ve organizasyon seviyelerinin, karmaşık etkileşimlerinin tam teşhisi ile ve zaman içinde tam bir gerileme varsayımı olmaksızın, bu eş zamanlı etkileri ele alınabilir. Yetişkin ilişkilerindeki tekrarlı ve çatışmalı yönlerin bireyin erken geçmişindeki travmatik ilişkilerin eşyapılı yeniden sahnelemeleri olduğu varsayımı, analistin şimdiki psikopatolojiyi, patolojik çeşitliliği ve hasta-analist ilişkisinin nüanslarını da kapsayarak erken gelişim sürecini ve transferansı ilişkilendirmesini sağlamıştır. Bunlara dayanarak hastanın transferanslarının ve çıkarımlarının dikkatli gözlemleri, analistlere bazı genetik sıralanışların yeniden yapılandırılmaları ve bir epigenetik teori formülasyonu için bilgi sağlamıştır. Zamansal regresyonla ilgili olan bu varsayımların doğrulanabilir olması için, yetişkin analizlerinden elde edilen çocukluk çıkarımlarının bağımsız olarak geçerli kılınabilir olduğu ve erken çocukluk mental organizasyon özellik modlarının yetişkin analizlerinde (hayat döngüsündeki bir andan başka bir ana sıçramaları haklı gösterir biçimde) ortaya çıktıkları zaman organizasyonun arkaik modlarına yeterince benzer olduklarının gösterilmesi gerekmektedir. Yetişkin psikopatolojisinin, gelişimin çocukluk evrelerine zamansal regresyonları yansıttığı varsayımına yönelik temel itirazlar son zamanlarda yapılan erken çocukluk gözlemlerinde ortaya çıkmıştır (Brody, 1982). Şimdilerde artan bulgular yetişkin şizofren hastalardaki otizmin, çocuklukta bir karşılığı olmadığını göstermektedir. Otistik evrenin ya da farklılaşmamış evrenin varsayımı artan bulgular tarafından desteklenmemiştir. Bu nedenle yetişkin psikopatolojisi kesin bir şekilde daha erken normal bir evreye zamansal regresyon olarak tanımlanamaz (Silverman, baskıda). Dahası, otistik yetişkinin çocuklukta benzer durumlardan muzdarip olduğu anlaşıldığında, regresyon yine uygun bir terim değildir, çünkü durum bariz bir şekilde eskiden beri varlığını sürdürmüştür.

Çocuğun annesi ile bir olma periyodu (senkronize davranış kalıplarından anlaşılabildiği gibi) ile geri çekilme periyotları arasında sıra ile gidip gelmekte olduğu şeklindeki hipotez ile çocukluk literatüründen elde edilen bulgular ile tutarlıdır (Beebe, baskıda; Stern, 1983). Bu kalıpların her biri genç çocuk için karakteristiktir; ne biri ne de diğeri birincil ya da diğeri için ön koşul değildir. Yetişkin psikopatolojisi anne figürlerine yapışan bağımlı kişi olarak karakterize edildiği zaman, bu genellikle bir erken çocukluk evresine regresyon ile tanımlanmaktadır, örneğin simbiyotik evre. Bununla birlikte, uzamış ya da sürekli simbiyoz evreleri çocuk için tipik ya da normatif değildir. Bu yüzden, simbiyotik benzeri istekler ya da fanteziler yetişkin motivasyonunu karakterize edebilir ve bir erken gelişimsel periyot ile ilişkili olabilir, fakat yetişkinin hayal ettiği, hasretini çektiği ya da sahnelediği şey çocuk için tipik olan şey ile aynı değildir. Zamansal regresyon fikrinin en sık kullanımı psikoseksüel gelişim ile ilişkilidir. Psikopatolojinin oral, anal, fallik ya da ödipal evrelere regresyon olarak anlaşıldığı tartışmalar, hastanın baskın motivasyonel önceliklerinin, çocukluk döneminde daha erken evrelerdeki öncelikleri ile aynı olduğunu varsaymaktadırlar. Burada sorgulanabilir iki varsayım vardır. Birincisi, psikoseksüel gelişimin doğrusallığı (yetişkinde daha erken motivasyonlardan daha sonrakilerin lehinde normal bir şekilde vazgeçildiği ya da bu motivasyonların terk edildiği kavramı) ile ilgilidir. Olgunluğun vazgeçmeyi gerektirdiği ve gerçekten de bu vazgeçmenin mümkün olduğu varsayılmıştır. Bu nedenle zamansal regresyon kavramı vazgeçmede bir başarısızlığı ima etmektedir. İkinci sorgulanabilir varsayım da motivasyonları psikoseksüel istekleri ve çatışmaları tarafından hükmedilen bir yetişkinin, ilgili psikoseksüel evrelerde zikzak çizen bir çocuk gibi işlemesi gerekmektedir.

Regresyon kavramını psikolojik organizasyon seviyesi ile sınırlamak transferans ile ilişkisine açıklık getirmektedir. Analistler dolayısı ile nesnellik, öngörü, mizah ve kendilik-diğeri arasında ayrımlaşmayı içeren daha yüksek seviyelerdeki organizasyonun, her ne kadar kanıt olmasa da potansiyel olarak yeniden canlandırılabilir ya da kazanılabilir olabileceği olasılığını bildirmişlerdir.

Analistler ayrıca daha arkaik organizasyonların zamanından önce durdurulmuş, engellenmiş, reddedilmiş olup olmadığını ve böylece tedavide ortaya çıkışlarının gelişimsel bir başarı olup olmadığını (Stolorow and Lachmann, 1980) ya da diğer materyallerin etkisiz hale getirilmesine hizmet edip etmediklerini daha iyi değerlendirebilirler. Her bir durumda da, organizasyonun arkaik modlarının oluşumuna yönelik analitik duruş, bunların bir diğeri ile entegrasyonuna katkı sağlamalıdır. Onlardan vazgeçmek ya da elemek üzerine ısrar etmekten ziyade, daha olgun modlar ve böylece zenginleşen psikolojik işlevsellik.

Yapısal regresyon kavramının içinde hem arkaik durumların savunmaya dayalı yeniden canlandırılmaları hem de erken gelişimsel evrelerin hapsedilmiş yanlarının tedavide ortaya çıkışı dahildir. Bu durumların hiçbirinde hastanın gerçekten bir çocukluk periyoduna gerilediği söylenemez. Yalnızca hastanın deneyimlerinin, özellikle de analitik ilişkisinin, ya savunma amaçlı ya da duraksamış gelişimsel bir süreci bırakılan yerden devam ettirmek amacı ile, arkaik organizasyon prensipleri tarafından şekillendirildiğini söyleyebiliriz.

Yer Değiştirme Olarak Transferans

Kompulsiyonların tekrarları ve yer değiştirme transferansın oluşumunu açıklamak için sık sık başvurulan ve birbirleriyle yakın bir şekilde ilişkili olan iki kavramdır. Freud’a göre (1920), yaşama hususunda biyolojik olarak doğada var olan bir nitelik olarak kompulsiyonların tekrarı, transferans fenomeninin aynı zamanda pek çok yerde var olma özelliği için bir açıklama sağlamıştır. Daha sonraki bölümlerde tekrarlama konusu üzerinde duracağız. Yer değiştirme başlangıçta rüya çalışmasının bir mekanizmasına refere edilmiştir (Freud, 1916-1917). Nunberg (1951)’e göre, hasta “bastırılan bir nesnenin bilinçdışı bir temsiline ait olan duygularını, dış dünyadaki bir nesnenin zihinsel temsili ile yer değiştirmektedir” (syf. 1). Freud’un ekonomi kuramı (kateksi, daha büyük duygusal yoğunluktaki bir düşünce tarafından daha uzaktaki ve daha az yoğunluktakilerden birine ilişkisel bir yol boyunca itilir, yani deşarj etmenin çatışmalı ve engellenmiş olduğu bir yerden deşarjın mümkün olduğu bir yere) yer değiştirmenin bu kavramı içinde varsayılabilir. Örneğin, düşmanlık çocuklukta bilinçdışında aynı cinsiyetteki ebeveyne doğru yönlendirilirken, iş yerinde bir amir ile yer değiştirebilir. Geçmişin şimdiki zamanda tekrarlanarak yeniden yaşandığı varsayımı, kişinin şimdiki yaşamını geliştirmemekle birlikte, aynı zamanda geçmiş anılarını ya da algısını da değiştirmez. Buna karşın, analitik transferansta bağlantılı olana kadar ve yorumlanabilene kadar yer değiştirmiş formda geçmişin yeniden yaşanmasının arkaik düzende aralıksız gerçekleştiğine inanılmaktadır.

Bizim transferans görüşümüzde geçmişten ayrılıp şimdiki duruma bağlanan hiçbir şey yoktur. Transferans organizasyonunun, çocukluk ilişkilerinin nasıl olduğuna ya da hastanın istediği ya da korktuğu şeylerin neye benzediğine dair analiste bir işaret verdiği doğrudur. Bununla birlikte, hastanın erken geçmişinin iç yüzünü anlamak yalnızca geçmişten gelen bir düşüncenin şimdiki zamanda yer değiştirmesinden dolayı değil, aynı zamanda geçmişte organize etmiş olduğumuz yapıların ya işlevsel olarak etkili olmaya devam etmesinden ya da periyodik hareketlenme için uygun kalmasından dolayı da mümkündür. Yani; bu temalar ya hastanın önceki yaşamı boyunca tedavi başlangıcına kadar açıkça belirgin kalmışlardır ya da analitik sürecin öne çıkardığı daha zekice bir arka plan organizasyonu oluşturmuşlardır.

Yer değiştirme olarak transferans kavramı, hastanın analitik ilişkideki deneyiminin yalnızca hastanın geçmişinin ve psikopatolojisinin bir ürünü olduğu ve analistin eylemi (ya da eylemsizliği) ile belirlenmediği görüşünü sürdürmektedir. Bu bakış açısı Freud’un arkeolojik metaforu ile tutarlıdır. Analistin transferansa katkısının yok sayılması bazı güçlükler içermektedir. Bir arkeologun farkında olmadan kol saatini bir kazıda düşürdüğünü farz edin, eğer kazıda bulunan her şeyin önceden var olduğu varsayımı yapılmışsa, ne yazık ki asılsız çıkarımlara ulaşılabilir.

Yansıtma Olarak Transferans

Melanie Klein’in kuramsal fikirlerinden yararlanan analistler transferansı bir yansıtma mekanizmasının dışavurumu olarak kavramsallaştırmaya meyillidirler. Örneğin Racker (1954), transferansı, içsel çatışmaların dışsal olanlara dönüştürülerek, reddedilen içsel nesnelerin analist üzerine yansıtılması olarak görmüştür. Benzer şekilde Kernberg (1975) bazı arkaik transferans reaksiyonlarını “yansıtmalı özdeşim” (temel amacı tüm kötü, agresif kendilik ve nesne temsillerinin dışsallaştırılması olan yansıtmanın ilkel bir formu) işleyişine atfetmiştir.

Yansıtmayı, kişinin çatışmayı azaltmak ve tehlikeden kaçınmak amacıyla, kendiliğinin bir yönünü dışsal bir nesneye atfederek farkındalık dışında tuttuğu bir savunma süreci olarak tanımlamaktayız. Transferans fenomenini yalnızca ya da öncelikle savunma amaçlı dışsallaştırmalar olarak görmek, transferans açıklamasını sadece onun olası fonksiyonları ile sınırlar ve onun diğer boyutlarını ve çoklu anlamlarını ciddi bir ihmale yol açar. Transferans bir kere oluştuğunda, herhangi belirli durumda deneyimlenen hayali/sübjektif tehlikelere karşı karakteristik savunma modu olarak önem derecesine dayanarak, bir bileşen olarak yansıtma ortaya çıkabilir de çıkmayabilir de.

Transferansın yansıtmanın ifadesi olarak formüle edilmesi ile ilgili önemli bir zorluk, sıklıkla transferansın gelişimsel boyutunu belirsizleştirmesidir. Başka bir makalede (Stolorow and Lachmann, 1980, bölüm. 6), vurguladığımız gibi, çatışmanın engellenmesi için ortaya çıkan savunma olarak yansıtma, az bir kendilik-nesne ayrımlaşması güvenilir bir şekilde başarıldıktan hemen sonra devreye girmektedir. Zihinsel içeriğin kendilik-nesne sınırları boyunca savunma amaçlı yer değiştirmesi, bu sınırların kısmen birleşmiş olmasını gerektirmektedir. Arkaik bir transferans düzeni bağlamında kendilik ve nesne arasındaki birbirine karıştırılma durumları meydana geldiğinde, kendilik sınırları oluşumundaki gelişimsel başarıyı koşul olarak gerektirmeyebilir. Bu gibi arkaik transferans durumları yansıtma mekanizmalarının dışavurumları olarak değil, bundan ziyade kendilik ve nesnenin tam ayrımlaşmadıkları, deneyimin erken modlarındaki gelişimsel hapsoluşların kalıntıları olarak en iyi şekilde anlaşılmaktadır.

Çarpıtma Olarak Transferans

Şimdiye kadar tartışılan transferans kavramlarında (zamansal regresyon, yer değiştirme ya da yansıtma olarak) örtük olan fikir, hastanın bilinçdışı çocukluk geçmişindeki imgelerde analist ile olan ilişkisini biçimlendirerek ya da hastanın içsel nesne ilişkilerinin içruhsal dünyası tarafından sızdırılarak gerçekleşen transferansın “gerçekliğin” bir çarpıtmasını içerdiğidir. Bu görüş, Sullivan’ın (1953) “parataksik çarpıtma” (şimdiki bir ilişkinin daha önceki ilişkiler tarafından çarpıtıldığı bir süreç) kavramında açıklığa kavuşturulmuştur. Bazı Freudian yazarlar da (örn., Stein, 1966) analizin amacının aşağı yukarı hastanın çarpıtmalarının (analistin nesnel olarak sabit olduğunu bildiği) düzeltilmesi olduğunu belirtmişlerdir. Başka bir kaynakta (Stolorow and Lachmann, 1980, bölüm. 9), transferansın bir çarpıtma olarak varsayıldığı analist ve hasta arasındaki “gerçek” bir ilişki kavramının altında yatan bazı tehlikelere karşı uyarı yapmıştık. Bu tehlikeler, analist hakkında “gerçekten doğru“ olan şeyin ne olduğu hakkında yapılan değerlendirmeler ve bu “doğrunun” çarpıtılması olan şeyin ne olduğu sadece tarafsız analistin sağduyusuna bırakıldığı gerçeği altında yatmaktadır., Hastaların duyguları (aşağılama ya da hayranlık fark etmiyor) terapistlerin kendi iyilikleri için gerekli olan kendilik algıları ve beklentileri ile çelişiği zaman terapistlerin sıklıkla çarpıtma kavramına başvurduklarını belirledik.

Bu konudaki görüşlerinin bizim görüşlerimizle uyumlu olduğunu düşündüğümüz Gill (1982), bir çarpıtma olarak transferans kavramını eleştirmektedir, çünkü çarpıtma olarak transferans “hastanın kendi deneyimini hayal ürünü olarak ürettiği” (syf. 117) anlamına gelmektedir. Gill “Çarpıtmadan daha doğru bir formülasyon, yorumlamalara maruz kalan gerçek durumdur.” demekle birlikte “konuyu ‘çarpıtmadan’ ziyade bu şekilde görmek bazı mutlak dış gerçeklik (kendisinden “doğru” bilginin kazanılmış olması gereken) varsayımı hatasından korumaya yardımcı olur” (syf. 118) diye ifade etmiştir. Benzer şekilde Schwaber (1983) de “hiyerarşik biçimde sıralanmış ikili gerçeklik görüşü” (syf. 383) (bir gerçeklik hasta tarafından deneyimlenir ve diğeri analist tarafından nesnel olarak daha doğru olarak “bilinir”) içinde gömülü olmasından dolayı, çarpıtma olarak transferans kavramına itiraz etmiştir.

Transferans, tamamen oluştuğu zaman, en saf kültürde fizik gerçekliğinin bir örneğidir. Aslında, Winnicott (1951)’un “yanılsama alanı” (“deneyimin ortada bulunan alanı, içsel ve dışsal gerçekliğe ait olması bakımından tartışmasız …” ) (syf. 242) olarak ifade ettiği şeye aittir. Hayali deneyim için bu bakımdan başlıca bir örnek, çocuğun geçiş nesnesine yönelik ebeveynin uyum sağlamış tutumudur. Winnicott “Bu, bizim ve bebek arasında bir anlaşma meselesidir”, “biz asla ‘bunu yarattın mı yoksa dışarıdan mı sunuldu’ sorusunu sormayacağız. Önemli olan, bu noktada hiçbir kararın beklenmemesidir. Soru formüle edilmek için değildir” (syf. 239-240) olarak ifade etmiştir. Birisi güç de olsa hastanın transferans deneyimini ortaya çıkarmak ve aydınlatmak için daha uygun bir analitik (örn. nötr) tutum tanımı bulabilir.

Organizasyon Eylemi Olarak Transferans: Yeniden Düzenleme/ Reformülasyon

Bizim görüşümüze göre, transferans kavramı, hastanın kendi psikolojik yapıları (kendiliğin kendine özgü ve arkaik olarak kök salmış yapılanışları ve bilinçdışında kendi öznel dünyasını organize eden nesne) tarafından şekillendirilen analitik ilişkiyi deneyimlediği her yola gönderme yapılarak anlaşılabilir (Stolorow, Atwood ve Ross, 1978). Dolayısıyla, transferans, en genel soyutlama seviyesinde, bir organize etme eylemi örneğidir-hasta analitik ilişkiyi kendi kişisel öznel dünyasının tematik yapıları içinde özümser (Piaget, 1954). Transferans aslında hastanın bütün psikolojik yaşamının küçük bir evrendir. Transferansın analizi, bir odak noktası sağlar ki bu odak noktasının etrafındaki kişinin varlığına hükmeden kalıplar bir bütün olarak açıklığa kavuşturulabilir, anlaşılabilir ve böylece değiştirilebilir.

Bu perspektiften bakıldığında, transferans ne regresyon ne de geçmişten bir yer değiştirme değildir; bundan ziyade organize etme prensiplerinin ve hastanın erken şekillendirici deneyimlerinin dışında kristalleşmiş görüntülerin devam eden etkisinin bir ifadesidir. Transferans kendi özünde savunma amaçlı bir yansıtma değildir, fakat elbette savunma amaçları ve süreçleri (yansıtmayı içeren) transeferanstaki değişikliklere katkı sağlayabilir ve sağlar da. Organizasyon eylemi olarak transferans kavramı, hastanın analitik ilişkiyi algılamalarının, daha nesnel doğru gerçekliği çarpıttığını ima etmez. Bunun yerine, analistin ve eylemlerinin asimile edildiği anlam yapıları aracılığıyla, bu algıların özgün şekillenişlerini aydınlatmaktadır.

Organizasyon eylemi olarak transferans kavramı, diğer formülasyonlara göre klinik avantaj sağlamaktadır, çünkü organizasyon eylemi olarak transferans hem hastanın psikolojik yapılarına hem de analistten gelen ve asimile edilen girdilere açıkça dikkat çekmektedir (Wachtel, 1980). Gill (1982)’in tekrarlı bir şekilde gözlemlediği gibi, transferans tepkilerini analiz etmek için, analitik ortamda oluşan ve transferans tepkilerini tetikleyen olayları detaylı bir şekilde analiz etmek önemlidir. Transferans tepkileri, bu olayların, hastanın psikolojik hayatına hakim olan öznel referans çerçevesi (yüklü duygulanım tarafından) ve arkaik olarak belirlenmiş kendilik-nesne biçimlenişleri tarafından asimilasyonu sayesinde edinilen anlamlarının kavranılmasıyla anlaşılabilir hale gelir.

Organizasyon eylemi olarak transferans kavramının diğer bir avantajı da bu kavramın yeterince genel olması ve boyutlarının çeşitliliğini kapsayıcı olmasıdır.

Transferansın Boyutları

Transferansın Çoklu İşlevleri

Psikoekonomik bakış açısı tarafından engellenmiş ve modası geçmiş arkeolojik metafor görüşünden tutun da şimdiki deneyimin organizasyonunun psikolojik sürecini vurgulayan görüşe kadar transferans kavramını yeniden düzenledik. Bu süreç şimdiki olaylar ve önceden oluşan psikolojik yapıların sürekli kesişimi boyunca oluşur. Bu yüzden, şimdiki durumdaki (analitik durum da dahil) bir deneyimi şekillendiren şey, şimdiki durumun ve asimilasyona uğramış anlamların özelliklerinin yanında, kişinin geçmişindeki kaynakların çokluğundan türemiştir. Bu nedenle, analiz tarafından harekete geçirilecek tematik yapıların çeşitliliği ve psikolojik yapılanmanın seviyeleri varsayımına dayanarak, transferans çoklu bir perspektiften anlaşılmalıdır. Transferansın farklı boyutları analizin farklı noktalarında belirgin olacaktır.

Organizasyon eylemi olarak transferans kavramı, transferansın geçmişi tekrar etmek için biyolojik olarak kök salan kompulsiyonların bir dışavurumu olduğu görüşüne bir alternatiftir. Ek olarak, organizasyon eylemi olarak transferans, hem hastanın hem de analistin katkı sağladığı analitik ilişkideki bazı deneyim kalıplarına daha dar bir şekilde odaklanmaktadır. Bu yüzden biz bu terimi iki şekilde kullanmaktayız. Daha üst bir seviye olarak, üst (supraordinate) psikolojik prensip, biyolojik tekrar kompulsiyonun yerini almaktadır. Transferans, geçmişi tekrar etmek için biyolojik olarak belirlenmiş bir eğilim olarak değil; bundan ziyade organize etmek ve anlamları yapılandırmak için oluşan üniversal psikolojik bir çabanın ifadesi olarak düşünülmüştür.

Analitik ilişkinin şekillenmesi üzerine daha dar bir odak dahilinde, transferans, klinik psikanaliz tarafından aydınlatılan psikolojik fonksiyonların tam dizisine hizmet etmektedir.

Transferansın organizasyonu şunları sağlar: (1) değer verilen isteklerin ve acil arzuların giderilmesi, (2) ahlaki baskı ve kendini cezalandırma sağlama, (3) zor gerçekliklere çare olarak uyum sağlama, (4) istikrarsız-dağılmaya müsait kendiliği ve nesne imgelerini korumak ya da tamir etmek ve (5) çatışmalı ya da tehlikeli olduğu hissedilen deneyimin yapılanışlarını savunma amaçlı olarak önlemek. Transferansa çoklu işlevleri bakımından bakmak analistin herhangi bir durumda önyargı olmadan hastanın motivasyonel hiyerarşisinde en belirgin şeyi incelemesini sağlar.

Transferansın Direnç ile İlişkisi

Transferansın direnç ile ilişkisi komplekstir ve Freud’un bu konudaki erken tarihli yazılarından beri analistler arasında anlaşmazlıkların kaynağı olmuştur. Hem Racker (1954) hem de Gill (1982), Freud’un transferans ve direnç hakkında yazdığı yazılarında gömülü, bu iki kavram arasındaki ilişkinin iki ayrı ve çelişkili kuramsal modeli olduğuna dikkat çekmişlerdir. Racker’in (1954) bu iki farklı görüşü tartıştığı kısım alıntı yapmaya değerdir:

(Transferansın ilk görüşünde) hatırlama işine karşı bir direnç olarak yorumlanarak dikkate alınmıştır ve bir hatırlama aracı olarak faydalanılmıştır, fakat (ikincisinde) transferansın kendisi belirleyici alan (öyle ki iş onun kendi içinde tamamlanacak) olarak görülmüştür. İlk durumda birincil hedef hatırlamadır; ikincisinde ise yeniden deneyimlemedir (syf. 75). Birincisinde transferansın ağırlıklı olarak dirençten ortaya çıktığı düşünülürken; ikincisinde ise direnç çoğunlukla transferansın bir ürünü olarak görülmektedir. Bu yönden iki bakış açısının birbirinden farklılaştığı söylenebilir. Birincisinde analiz edilen hatırlamamak için tekrar eder, ikincisinde ise travmatik ya da kaygı verici deneyimleri tekrar etmemek için dirençleri tekrar eder (syf. 75-76). Transferans ve direnç arasındaki birinci ilişki modeli (tekrarın, hatırlamaya karşı bir savunma olduğu görüşünü savunan model) analitik süreç için, Freud’un arkeolojik metaforunun kutsal bir emanetidir. Bu yüzden de kuramsal ve terapötik antikalık olduğu için terk edilmelidir. Transferans deneyimini analitik sürecin merkezine koyan ikinci model (Strachey, 1934; Gill, 1982), hem hastanın organizasyon eylemine eş değer olması bakımından hem de hastanın psikolojik dünyasına-geçmişine terapötik ulaşım sağlayan küçük bir evren olması yönünden kendi transferans kavrayışımız ile uyumludur. Bu ikinci görüşe bakarak, transferansın direnç ile ilişkisi nedir? Gill (1982), Freud’un bu ilişkinin ikinci modelini kapsayarak (bizim yaptığımız gibi), “bütün dirençlerin kendilerini transferans yolu ile gösterdiklerini” (syf. 29) ve “direncin analizinin aslında transferansın analizi” olduğunu iddia etmiştir (syf. 39) Aynı zamanda transferans ve direnç arasındaki ilişki için iki geniş kategori önermiştir: transferansa direnç ve transferansın çözümlenmesine direnç. Transferansa direnç daha sonra, transferansın farkındalığına direnç (ekstra transferans malzemesinde, transferans duyguları kendilerine yapılan göndermelerden anlaşılmalıdır) ve transferansa dahil olmaya direnç olarak alt bölümlere ayrılmıştır.

Kohut (1971) da özellikle arkaik ülküleştirme ve ayna transferanslarına dahil olmaya karşı dirençleri tanımlayarak, transferansa dahil olmaya direnci tartışmıştır. Kohut, dağılma anksiyetesi ve fragmantasyona açık bir kendiliği koruma ihtiyacı tarafından tetiklenen bu dirençlerin iki kaynaktan çıktığını söylemiştir. Birinci olarak, hasta ortaya çıkan arkaik ihtiyaçlarının, çocukken deneyimlediklerine benzer olarak, travmatik hayal kırıklıkları, reddedilişler ve mahrum kalmalar ile karşılaşacağı korkusu ile transferansa dahil olmaya direnç gösterebilir İkinci olarak, hasta kendi yapısal incinebilirliklerini hissederek transferansa direnç gösterebilir (bireysel kendiliğinin yok olma korkusu ile kaynaşma (füzyon) ihtiyacının savuşturulması gibi). Direncin analizi için transferansa dahil olma ile ilgili Kohut’un genel görüşünden önemli bir çıkarım da direncin yalnızca, hasta içine yerleşen izole edilmiş intrapsişik mekanizmalar bakımından görülemeyeceğidir. Geçmiş travmaları “tekrar etmekten korkma”ya (Ornstein, 1974) dayanan transferansa direnç, hastanın, ortaya çıkan ihtiyaçlarına karşı uyumsuz olarak deneyimlediği analistin eylemleri tarafından her zaman bir derecede uyarılmıştır. Bu “empatik başarısızlıklar” değişmez şekilde direnci tetiklerler çünkü bunlar hasta için travmatik olarak yıkıcı çocukluk deneyimlerinin yaklaşmakta olan yinelemelerini işaret etmektedirler. Transferansa dahil olmaya direnç, hastanın organizasyon eylemi ürününün bir parçası olduğundan dolayı, gerçekte zaten transferansın bir ifadesidir.

Gill’in transferans ve direnç (transferansın çözümlenmesine direnç) arasındaki ilişkiye yönelik ikinci kapsamlı kategorisinin şu varsayıma dayandığını düşünmekteyiz: analizde hastanın çocukluk fiksasyonları transferans vasıtasıyla ele alınarak, hastanın bu fiksasyonları terk edebilmesini sağlamaya çalışılır ve bu terk ediş amacı da dirence yol açar. Transferansın çözümlenecek ya da terk edilecek olduğu görüşüne yönelik bizim itirazlarımızı daha sonraki bir bölümde sunacağız. Şimdiki bağlamda, bizim görüşümüze göre transferansın sürekliliğinin esasen direncin bir ürünü olmadığını vurgulamak istiyoruz. Bu, kendiliği ve nesne dünyasını deneyimlemenin alternatif modlarının henüz gelişmediği ya da yeterince birleşmediği zaman kurulan organizasyon ilkelerinin devam eden etkisinin sonucudur. Bu nedenle, Gill’in “transferansın çözümlenmesine direnç” kavramını transferansa dayanan direnç görüşü ile değiştirirdik. Bu kavram öngörülen tüm tehlikeleri ve transferansın kesin olarak kurulmasının direk sonucu olarak ortaya çıkan ve analitik ilişkiyi sürdürmek için hastanın gerekli olduğuna inandığı kendilik-deneyimi hakkının kaybedilmesini de içeren, hastanın psikolojik hayatında kısıtlamalarla sonuçlanmayı kapsayabilirdi.

Transferansın Gelişimsel Boyutu

Psikanalitik gelişimsel psikolojideki son gelişmeler, öznel dünyanın sürekli artikülasyonuna, farklılaşmasına, bütünleşmesine ve birleşmesine yol açarak, çocuğun organizasyon eylemindeki gelişimsel dönüşümün merkezi öneminin altını çizmektedirler. Organizasyon eylemi olarak transferans anlayışı, daha önceki transferans kavramlarının yapamadığı bir şekilde, analitik ilişkinin bir yönü olarak bu gelişimsel boyutu kapsayabilir. Hastanın analist ile, duraksamış yapısallaşma sürecine kaldığı yerden devam edebildiği ve hapsedilmiş psikolojik gelişmenin tamamlanabileceği arkaik ilintililiğin bir bağını kurmaya çalıştığı örneklere değinmek istiyoruz. Öznel dünyanın birleşiminin (consolidation) önceden varsayıldığı daha klasik transferans formlarından ayırt edildiği gibi, bizim daha önceki çalışmamızda (Stolorow and Lachmann, 1980, bölüm 9), böyle örnekleri transferansın “ön aşama (prestage)”sı olarak ifade ettik.

Transferansın gelişimsel yönü anlayışımıza önemli bir katkı Kohut’un (1971, 1977) “kendilik nesnesi transferansı” (hastanın, biçimlendirici yıllar sürecince travmatik olarak ve aşamaya uygun olmayan biçimde kopmuş idealleştirme ve aynalama bağlarını analist ile tekrardan kurma girişimlerini yaptığı ve kendilik hissinin onarımı ve devamlılığı için tekrardan dayandığı) formülasyonudur. “Kendilik nesnesi transferansı” (ya da transferansın ön aşaması) teriminin bazı tip hastaların transferans özellik çeşidini kastetmek için kullanılmasının kavramsal bir hata olduğuna inanmaktayız. Bunun yerine, hastanın analitik ilişki deneyimi içinde figür ya da zemin pozisyonları arasında gidip gelen bütün transferansın bir boyutunu ima etmek için “kendilik nesnesi transferansı” deyimini kullanmaktayız (bkz. Stolorow, Brandchaft ve Atwood, 1983). Kohut’un çalışması, kendilik nesnesi boyutunun figür olduğu transferans biçimlenişlerini anlamanın ve dönüştürmenin eşsiz terapötik önemini aydınlatmıştır; öyle ki kendilik organizasyonunun onarımı ya da bakımı hastanın analiste bağlanmasını motive eden başlıca psikolojik amaçtır. Böyle olmasa da, yine de, deneyimin diğer boyutları ve insani motivasyonlar (sevme, nefret etme, arzulama ve rekabet etme üzerine çatışmalar gibi) transferansın yapılanışında belirgin olarak ortaya çıkmaktadır, kendilik nesnesi boyutu da her zaman dahildir. Rahatsız edilmediği müddetçe de, hastanın korkutucu duyguları ve acı veren ikilemleri ile yüzleşmesini sağlayarak arka planda sessizce işlemektedir.

Bu kavramsallaştırmanın önemli bir olası sonucu, analistin tedavi süreci boyunca oluşan kendilik nesnesi ve transferansın diğer boyutları arasındaki figür-zemin ilişkilerinin sinsice değişmelerini sürekli bir şekilde değerlendirmesi gerektiğidir. Hangi boyutların ve psikolojik fonksiyonların figürü oluşturduğu ve neyin analizin herhangi belirli noktasında zemini oluşturduğu, direkt olarak içeriği ve transferansın yorumlanma zamanını belirleyecektir (bkz. Stolorow ve Lachmann, 1980, bölüm 9, ve Stolorow ve Lachmann, 1981).

Bu kavramsallaştırmanın ikinci bir sonucu da kendilik nesnesi ya da transferansın gelişimsel boyutunun, psikanalizdeki tüm tedavi sürecini betimleme çabalarına dahil edilmeleri gerektiğidir. Bu konuya daha sonraki bölümde döneceğiz.

Transferans ve Terapötik Süreç

Analistin Transferansa Katkısı

Terapötik ilişkilerde transferansın rolü üzerine muazzam literatürü gözden geçirmek bizi bu yazıyı yazma niyetimizin dışına çıkmamıza yol açmasına rağmen, iki geniş çelişkili durum olduğu özetlenebilir. Bir taraftan transferansın tamamen hastadan doğduğu düşünülmüştür. Arkeolojik modelde örtülü olan, hastanın “hatalı bağlantı” ya da “çarpıtma” yaptığı görüşü bu duruma örnek olmaktadır. Bu görüşe katılan analist, transferans “bozulmuş” olmasın diye özen gösterecektir. Analistin, hastanın çocukluk isteklerine herhangi bir doyum sağlamaktan kaçınması gerektiği tavsiyesine tam anlamıyla uyulmalıdır, böylece bu “engellenmiş” istekler baskıdan kurtulabilirler ve sözel ifade kazanırlar. Burada kaçınma, hastanın isteklerinin ve ihtiyaçlarının aktif engellenmesinin “nötral” bir eylem (ne transferansı renklendiren ne de bu isteklerin ve ihtiyaçların terapötik ilişkide nasıl ortaya çıkacağını etkileyen) oluşturduğu varsayımına dayanarak, nötralite ile eş tutulmaktadır. Strachey’in (1934) sadece transferans yorumlarının değiştiği yönündeki sık alıntılanan iddiası da bu görüş ile tutarlıdır. Çünkü bu, analistin transferans dışındaki yorumlarının ve diğer davranışlarının transferans nevrozunu değiştirmeyeceğini ima etmektedir.

Bizim görüşümüze göre ise analistin her hareketi, hareketsizliği ya da kontrollü davranışı, bunların hasta için ne anlama geldiğine göre çeşitli psikolojik organizasyon seviyelerinde transferansı etkileyebilir. Ayrıca, analistin tutumları ve tepkileri herhangi bir zamanda hangi transferans boyutunun baskın olacağını etkileyecektir. Bıkıp usanmadan kaçınan analist, (örneğin, hastanın çocukluk isteklerinin ortaya çıkmasının ve terk edilmesinin gerektiğine inanan analist) transferansın gelişimsel ya da kendilik nesnesi boyutlarını engelleyecektir ve ek olarak da primitif düşmanlık (terapötik duruşun bir eseri) üzerine yoğun çatışmalara neden olacaktır (Wolf, 1976). Diğer yandan, hastanın arkaik ihtiyaçlarını gerçekten karşılamaya çalışan analist, transferansta organizasyonun daha gelişmiş modlarının oluşumunu engelleyebilir.

Transferansın yalnızca hastanın psikolojisinden ortaya çıktığı görüşüne karşı olarak ortaya çıkan ikinci bir görüş, analistin transferansa “gerçek” katkısını kabul etmesini önermektedir. Tipik bir örnek, bir önceki seans boyunca analistin kendisine öfkeli olduğunu hisseden bir hastayı kapsayabilir. Bu ikinci görüşe bağlı kalan bir analist önceki seansın olaylarını özel olarak gözden geçirebilmelidir ve hastaya direkt ya da endirekt olarak sıkıntı vermiş olup olmadığını kendisi için belirlemelidir. Daha sonra hastanın algısının “gerçekliğini” kabul edebilir ve sonra hastanın tepkilerini analiz etmek için ilerleyebilir.

Birinci görüşün bir dezavantajı, hastadan kendi organizasyon ilkelerini ve ruhsal gerçekliğini analistin lehinde bir kenara bırakmasını gerektirmesidir. Biz ikinci görüşe itiraz etmekteyiz, çünkü birinci görüş gibi, analisti hastanın algılarının gerçekliğini değerlendirme pozisyonuna koymaktadır ve hastanın deneyimi sadece analistinki ile örtüştüğü için geçerli kılınmaktadır. En kötüsü, bu yaklaşım, analistin “gerçekliğini” hastanın tepkilerinin bir açıklaması olarak sunması yönünden terapötik dengeyi etkileyebilir. Tehlike burada, analitik süreç yoluyla değil ama analistin onayları vasıtasıyla, hastanın algılarını “doğru” ve “gerçek” olarak bahşetmenin altında yatmaktadır.

Bizim kendi görüşümüz yukarıda anlatılan iki görüşün her birinden farklıdır. Transferans organizasyon eylemi olarak kavramsallaştırıldığında, hastanın terapötik ilişki deneyiminin her zaman, hem analistten gelen girdiler hem de bunların asimile edildiği anlam yapıları tarafından şekillendirildiği varsayılmaktadır. Bu nedenle, kaçınma kavramı (dürtü kuramının bir kalıntısı) ve nötralitenin analitik ilkesi arasında keskin ayrım yapmaktayız. Nötralitenin analitik ilkesini, hastanın öznel referans çerçevesinin perspektifi içinden hastanın ifadelerinin anlaşılmasını amaçlayan bir sorgu tutumu olarak tanımlamaktayız. Bu nötral bakış noktasından, hastanın analisti algılayışının gerçekliği, ne tartışmalı ne de onaylı değildir. Bunun yerine bu algılar, hastanın fiziksel gerçekliğini oluşturan anlamların ve organizasyon ilkelerinin bir keşfi için başlangıç noktaları olarak hizmet etmektedirler.

Bu araştırmayla ilgili duruşun kendisi transferans üzerinde bir etkiye sahip olacaktır. Hastanın anlaşıldığına dair duygusu, örneğin arkaik aynı olma ya da füzyon deneyimlerini yeniden canlandırabilir, böylece terapötik etkiler üretebilir (Silverman, Lachmann ve Milich, 1982). Bu bizi bir kez daha transferansın gelişimsel boyutuna ve terapötik etkisine götürmektedir.

Transferans Tedavileri

Transferansın gelişimsel ya da kendilik nesnesi boyutunun bir anlayışı, psikanalitik tedavi sürecinde transferansın rolüne bir açıklık getirmektedir. Transferansın kendilik nesnesi boyutu bir kere kurulduğunda, hasta tarafından “kapsayıcı çevre” (Winnicott, 1965) (hastanın erken şekillendirici yılları boyunca, durmuş ve hapsedilmiş psikolojik farklılaşmanın ve bütünleşmenin gelişimsel sürecini yeniden sağlayan bir arkaik kolaylaştırıcı bağlam) olarak bir derecede deneyimlenmektedir (Stolorow ve Lachmann, 1980, bölüm 9). Böylece, işleyişin uzun süreli aksamalarından korunduğunda, transferans bağı, kendisinin içinde ve dışındaki psikolojik gelişim sürecine ve yapı oluşumuna direkt olarak katkı sağlayabilir. Bize göre, bu nedenle, hastanın transferans bağındaki kopma deneyimlerinin analizinin eşsiz önemi, yalnızca ve hatta öncelikle, sonuç olarak düşünülen dönüştürerek içselleştirmeler içinde yatmaz (Kohut, 1971). Daha doğrusu, analizin terapötik eylemi öncelikle, bozuk arkaik bağların tutarlı olarak onarımındaki kendi etkisinden ve böylece hapsolmuş gelişimsel sürecin yeniden başlamasına izin vermesinden kaynaklanabilir.

Özellikle gelişimsel ya da kendilik nesnesi boyutunda, kendi değişebilir güçlerini yorumlamaya katkıda bulunan şeyin transferans olduğunu iddia etmekteyiz. Örneğin, içinde geleneksel bir direnç analizinin meydana geldiği transferans bağlamını düşünün (bkz. Stolorow, Brandchaft, and Atwood, 1983). Deneyimli analistler bir hastanın direncinin doğasını netleştirmenin, analistin direnci hissedilen bir ihtiyaç yapan öznel tehlike ya da duygusal çatışmayı belirleyemediği sürece, fark edilebilir terapötik sonuçlar sağlamadığını bilmektedirler. Bu yalnızca analist hastanın korkularını ve acılarını bildiğini gösterdiği zaman olur ve bu sayede bir derecede yatıştırıcı, kapsayıcı, idealize edilmiş kendilik nesnesi (anne ve baba ile ilgili korkunç imgelerden ayrı ve onların dışında yeni bir nesne) olarak kurulmuş hale gelir, böylece hastanın öznel yaşamının çatışmalı alanları daha özgürce ortaya çıkabilir.

Analiste karşı bilinçdışı içgüdüsel bir bağın analiz edilmemiş etkisinden dolayı, “transferans tedavisi” terimi için geleneksel olarak bir hastanın iyileştiğini belirtmek için küçük düşürücü biçimde kullanılmıştır. Aksine burada vurguladığımız şey, transferansın kendilik nesnesi boyutunun analiz edilmediği zamanlarda, sessizlik tarafından oynanan yaygın tedavi edici roldür. Her değişken terapötik dakikanın, direncin ve çatışmanın yorumlanmasına dayandığı zamanda bile, belirgin bir kendilik nesnesi transferansı tedavisinin belirgin bir unsurunu içerdiğini savunmaktayız.

Transferansın Çözümlenmesi

Başarılı bir psiko-analizdeki transferansın son akıbeti nedir? Birçok yazar, bir analizi sonlandırma evresinde, transferansın (özellikle pozitif transferans) yorumlama vasıtasıyla çözümlenmesi ya da aydınlatılması gerektiğini tavsiye etmişlerdir. Genellikle bu, analiste yönelik çocukluk isteklerinin terk edilmesi gerektiği anlamına gelmektedir.

Analitik ilişki pek çok yönden özeldir. Özel bir amaç (katılımcıların biri için terapötik bir amaç) için oluşturulmuş olması bakımından eşsizdir. Arda kalan transferans duygu kalıntıları olmaksızın sonlandırılma koşulu bize yersiz gelmektedir. Analiz sürecinde evrimleşen transferansın bütün izlerinin giderilmesi için girişimler, aksi yönde etki yapabilir ve ayrıca başarılı bir tedaviyi raydan çıkarabilir. Genellikle transferansın, hastanın otonomisinin yararına çözümlenmesi gerektiğine ve her transferans duygu kalıntısının (potansiyel olarak bağımsızlık ve nesne seçimlerini yavaş yavaş yok ederek) çocuk muamelesi yapma unsuru oluşturduğuna inanılmaktadır. Aksine, transferans evrensel bir insani organizasyon eğiliminin bir ifadesi olarak görüldüğünde, analiz, hastanın analitik olarak genişletilmiş psikolojik organizasyonunun yapısı içerisine transferans deneyiminin kabul edilmesini ve entegrasyonunu amaçlar, fakat transferans deneyimin terk edilmesini amaçlamaz. Böylece entegre edilmiş transferans, hastanın duygusal yaşamını büyük şekilde zenginleştirir ve terapötik olarak kazanılan gelişimsel beceriler repertuarına katkı sağlar.

Çocukluk istekleri, ihtiyaçları ve fantezileri olarak adlandırılan şeyle ilgili olarak da, bunların terk edilebildikleri veya terk edilmeleri gerektiği asla yeterince gösterilmemiştir. Daha genişletilmiş ve daha evrimleşmiş psikolojik bir organizasyon içerisinde, tıpkı değer verilen herhangi bir nesnenin şömine rafı üzerinde bir yer bulması gibi, bunlar da özel durumlarda kullanılmak üzere hoş karşılanabilirler. Analiste yönelik sürdürülen sevgi ya da nefret (arkaik köklerine sahip) ödüllendirilmeden ya da reddedilmeden, ya da hastanın şimdiki yaşamında bir engel oluşturduğu farz edilmeden, öylece onaylanabilir ve kabul edilebilirler. Normal olarak, tedavi sona erdikten sonra, analitik transferans kalıntısı, önde gelen pozisyonundan aşamalı olarak geri plana geçecek, hastanın psikolojik dünyasının merkezinden, daha kompleks, farklılaşmış ve zengince deneyimlenmiş yaşamda bir köprü görevini göreceği bir pozisyona gidecektir.

 

Çeviren: Uzman Psikolog Nilüfer Demirhan

www.psikologniluferdemirhan.com

www.niluferdemirhan.com